23 Ekim 2008

Kavuniçi Düşlerden Petrol Mavi Göklere


Ruhun çığlıkları doldurdu dersliklerin sıra altı gözlerini… Raylara yüklediğim çelik gözyaşları, bu coğrafyaya yerli kalplerin göz pınarlarına değmedi… Renkleri yiten gelincikler sormaz oldu gün dönümlerini…

Ve ben bakmaz oldum tozlu pencerelerdeki, ucuz parmak izi yazılarının arasından yeşilliklere… Soluğumu esir alan şiirler vardı ‘an’larda. Cemal Süreya demişti ya, “an ki fıskiyesi sonsuzluğun…”

Göz kapaklarıma inen akşam, çağırmıyor artık beni, kimliğimi teslim edercesine kendimi adadığım iskelelere, ve dönmüyor artık martılar vapurlarla bir…

Bu şehre sözüm vardı, tutulmamış birkaç defter ve söylenmemiş şarkılar gibi… Aşina olduğum gün batımlarında kızılı eflâtuna saplayıp, deklanşöre bastım. Şarap mahzenlerinde saklı üzüm düşleri, kuytu, karanlık…

Cazibesini yitiren yaz vermiyor artık geri, maviliğini, labirentlerin…

Suskunluğunda körfezin, adını sayıkladım ve karabatakları saydım… Kazıdım adını erken düşen akşama… Körpe beyaz düşleri kızıla boyadım ve martı ve çığlık ve artık masum değiliz…

Can hıraş karabasanlarda Boğaz’ı aradım…

Senaristi olamadığım filmlerin başrollerini, kahramanlarıma düzdüm, gişe rekorları kıran parçalanmışlığımda kurşun kalem izlerini dağıttım. İsli şehre rakip.

Zor zamanların kolay çocuklarıydık, gökkuşağımız renksiz, yağmurumuz kuruydu. Bayramlar ders iptali, dostluklar pulsuz bir zarftı. Dualar inançsız, ve yarınlar güvensizdi.

İplerini saldığım uçan balonlar kavuniçi çocukluğumu derinliksizliğe savurdu, gençliğim petrol mavi…

Yitirilmeyen acı mı var hayatta?

Geçen gece dedim ya, sadece dizdeki yarıklar kalır ve sen her gün okuldan koşup, “Bugün ne kadarı kapandı?” diye bakarsın, bakınca geçmez.

Baharlar artık esaretinde buzul ve çöllerin ve acı vermiyor artık kan…

İçine işleyen soğukların kuruluğunda menevişleri gösterebilseydim, ‘an’ ların doğar ve sokaklarına işlerdi güz mısraları…

Yapabilseydim… Yapamadım…

“An ki fıskiyesi sonsuzluğun

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”

2 Ekim 2008

Güvercin İzleri Yitmeden, Gökkuşağı Gitmeden...





Sokaklarda yitik güvercin izleri… Esen meltemin saçlarını dağıttığı güzün ilk seherinde bir ıssızlık senfonisi… Değirmenlere uzanan fotoğraf albümünde kaçırılan kareler ve figüranlar ayaz fonda…

Geometrisini, cebimizde buruşan fişlere benzettiğimiz iki kalp arası yolda eflâtun bir haber bekler gibi saatimin yelkovanı… Söz geçiremediğim mevsimler birbirini kovalıyor ve yetişemiyorum renkten renge kostümlere bürünen dallarına selvilerin…

Dudağımın kenarına iliştirilen cılız ve akortsuz ıslıkta seni anmaya başlayalı ki doksan iki gece doksan üç gündüz oldu… Bulutlara taktığım gelin telleri, körpe baharlarına kondu taze çiçeklerin… Ve düşlerime nazır bir kızıl gül, rengi damarımdan akıp gidene benzer… Telefonun boğuk sesinde senden anılar aradım. Sahi üç yıl iki ay bir gün her dakika seni mi aradım, kirpiklerimin arasına düşen yıldızlarda? Seni aradım… Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden…

Zeytin ağaçları altında dinlediğim ege masallarında, ağzıma çalınan börülce salatasının tadında ve burnumdaki biberiye kokusunda…

Küçük bir kızken babamla her gece oynadığım baharat oyununa benziyorduk işte. Keskin, dayanılmaz, kavurucu, kadife gibi, ironik, buruk, coşkulu… Güz renkleri geçidiydi baharat kavanozlarının yan yana gelişi… Sen güze vurgun… Benim yazlarımın sapsarılığı ve masmaviliğini kovalayan turuncu ve kahverengi…

Kalemimi dolayan tebessümünde ‘zafer benim’ hissi…

Zormuş be güzelim! Dağları aşıp, gölleri geçmek… Tütün kokulu anıları sırtlayıp, mevsimleri beklemek. Zormuş… Kendini saklamak, geceleri gündüz etmek… Sabretmek, sabretmek, tükenmeden sabretmek… Kağıt kokusunda, kalemin kurşundan izlerinde susmak…

Yeşilliklerin için kırmızıyı görebilmek için tutundum tarçından naneye uzanan gönlüne… Yaşadığım tüm karnavallara inat bir cümbüş başlattın kuytularımda… Dehlizlerime inen sevda sözlerinde sana teslimiyet… Sana tutundum baharlarını yazlarıma gebe et diye… Güzlerle kat istedim kakaolu düşlerini yarı buruk tebessümüme…

“Unutmak” demişti yol göstericim… “Unutmak, inanalar için Tanrı’nın, inanmayanlar için doğanın en büyük hediyesidir…” Unuttun karanlıklarımı… Meşaledeki aydınlığı savurdun beklemekten yorulmadığım mucizemin üzerine…

Sevdim seni çocuk! Üç yıl iki ay bir gün…Durmaksızın sevdim… Tüketilen ve yara açan her kelimeye rağmen soldurmadım saçlarıma iliştirdiğin gülleri…

Uzandım yemyeşil kırlara ve güvercinleri ve martıları ve gösterisine başlamaya hazırlanan ayı izledim. Ve gördüm. Gerdanıma vuran boğaz rüzgârında, kalbine yerleştirdiğin kutupyıldızını gördüm…

Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden, masalım bitmeden, soluğumu soluğuna, kutupyıldızına nazır, Ege’nin incisinin kollarında, bıraktım…