29 Eylül 2006

ÇÖZ çöz ÇöZ çÖz...

Güne eğilen sadece dağlar.
Her şey susmuş gecede, yarım kalan çığlıklar basmış kuytuları.. Bende kalan nazlanmaların doldurduğu renk kutuları...
Uzağa bakarken, yakına dokunmanın tedirginliği... Denizin ortasında durup rüzgârın hayatımızın akışını değiştireceğini umut etmek...
Masalına masal katarak ömrün.
Ömrüne bağlanan bir ipin düğümünde kaybolmak. Yoluna yol katmış haritaların. Yeşile sarı, maviye kan damlatılmış. Arınmadan katmış önüne seni, iklimini... Bir kalem darbesine vermiş portreni... Bugüne dair olsun demiş izlerine ömrünün kurşun kalıntılarının...Aşka dayanmış sular... Ne var biliyor musun hiçliğin haritasında, kan...Usul usul akıyormuş. Hiç düşlemediğin şekilde. Sensiz ya da sana dayanarak. Varlığının coğrafyasında...
Senin adına takılı bir isimmiş ömrüne bağlanan ipin düğümü...

29.09.2006
14.00 Üçkuyular- Bostanlı Feribotu

24 Eylül 2006

hoşgeldin sonbahar


Yarın sonunda okul açılıyor! Ve ben çok mutluyum. Evde otur otur bir yere kadar. İnsan çalışmak istiyor, meşgul olmak istiyor. Garip yaratık şu insanoğlu. Çalışırken tatil ister, tatildeyken çalışmak.. Yani bu ikinciyi belki bir kızmı istemez ama benim aşırı derecede okula gidesim, ödev yapasım var. Sıkıcı bir yaz işte nihayet bitti. Sonbaharın geldiğini de zaten dün kesin bir şekilde gördük. Yağmur, yağmur, yağmur... Sonbahar ve okul... Yeni bir mevsim, yeni bir mekan... Bazen pozitif de olabiliyorum, görün işte :) Bundan sonra her iş günü vapura biniyorum, bundan sonra artık bir okul üniformam olmayacak, bundan sonra her okul değiştirmemde olduğu gibi güzel İzmirimin yeni bir ilçesini öğreneceğim. Bundan sonra kuzenimle yıllarca hayalini kurduğumuz aynı okulda olma hayallerini gerçekleştirmiş olacağız. SEvdiğim arkadaşlarımla ayı okulda olacağım. Yani bir çok şey yeni artık. Söylediğim ve söylemediğim pek çok şey...

22 Eylül 2006

Ölümden doğumu çıkart, bak işte gittiğin yol kadarsın. Güneş ve ayın dansından doğansın. Bir deniz gibi engin suların ortasındasın. Sadece mavi tonlardasın. Aşktasın, aşıktasın.. Ölüm ve doğumun perçinlediği aşkın kızıllığındasın...

21 Eylül 2006

Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..

Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...

Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...

Nâzım Hikmet

18 Eylül 2006

karanfile bakan

Ne kalmış geriye çakıl taşlarından
sadece bejden kahveye dönük hafiften bir ıslık..
tanınmayan bir silüette yansıyan çakıl burukluk sustu gecede..
ben kaldım geride, sen kalmadın, bittin, küllerin saçıldı ay dolu kadehin ağzına...
ben tuttum uçurtmayı, sen kayboldun rüzgârın çığlıklarında...
serde erkeklik var deyip çakılına çakıl kattın beyazın..
susamış kuşlar, yol veren olsa uzak diyarların uçsuz bucaksız sularına kanat çırpacaklar ama yok. Yoluna yol katmış dağlar, sularından su çekmişler. Geride, çırpılacak kanatlarda gözyaşları kalmış...
ay güldü geçen gece biliyor musun? Güldü sana. Ona verdiğin sırlar dökülmüş göğe, yıldızlar kapıp koklamış, kimbilir beğenmişlerdir belki içine teptiğin sihirli yaldızların kokularını... Ne vardı onlarda biliyor musun? Defne kokusu.. Anlatmıştım sana..
Küsmüş şehir bana. Sadece susuyor karşımda. Her sabah deniz sırtını dönüyor artık. Çünkü artık dalgaları, çalkantıları görmeme gerek yokmuş. Durulman lazım, dedi bana. Başka denizler de küsmüş müdür bana? Bir zamanlar deniz içine alırdı denizleri. Peri masallarına saklanmış aşkları taşırırdı hıçkırıklarında. Döndü sırtını deniz.. Kızıllığın ortasında yalnızlık belirdi. Ufuğa baktığımda bir kaç karanfil belirir kırmızıdan, sus dedi kokusu, karanfillerini tüketme yeni doğan güne başlarken, pembeden kırmızıya çalarken, yanık yanık kokarken katar gününe seni, sevdanı, şehrini, denizini, her parçanı, soldurma karanfillerini...

15 Eylül 2006

kayadan su geçti...

Yan yana duruyorlardı kaldırımın ortasında.

Akıp giden kalabalığın ortasında…

Gökyüzüne dönük bakışlarındaki gerçeklikte varlığını sürdüren tek güzellik Su’ nundu.

Su’nun gözlerinin dokunduğu tek yeşillik Kaya.

Su yavaşça kalbini Kaya’nın avucuna koydu. Kaya’nın avucundaki sıcaklıkta aşk göz kırpıyordu.

Cumartesinin renklerini yaşamayı kararlaştırmışlardı hafta ortasının bunaltıcı bir öğle saatinde.

Su, rüzgârların kokularını bıraktığı aleve çalan kızıl saçlarıyla, elâ gözleri ve belirgin çizgilere sahip vücuduyla Kaya’nın kalbini ezip geçen ayrılık darbesinin ilacı olmuştu.

Kaya, içe dönük, kendi içinde savaş yaratan, kendi karmaşasının çözümünü arayan, sert mizaçlı, uzun boyu, geniş omuzları ve yeşil gözleriyle dikkat çekici bir adam.

Su yılların getirdiği bir tanıdıklıkla Kaya’nın kulağına doğru, parmak ucunda uzanarak, tatlı bir ezgiyle “Bugün orda da cumartesi mi?” diye fısıldadı.

Onların ‘zaman’ı kalabalığınkinden farklıydı. Düğüm olmuş bir ipin peşine takılmıştı zaman. Sadece ‘oyun’ ve ‘bakış’ vardı. Oyun, eşyalara yüklenen duyguların oyunu. Renklerin eşyaya yansıması, enerjinin renklere. Ve sadece kahverengiye değen yeşilden oluşan ‘elâ’ bakışlar…

Yollar ya da zamanın eskittiği şehirler… Eskiyen ve taşıyan şehirler. Rüzgârın peşine takıp sürüklediği kalpleri sahiplenen şehirler ve evler ve odalar. Ya da sadece ‘biz-lik’. Yaratılan, olmayan yerler.

Su tuttuğu avucu hafifçe sıkarak, Kaya’yı kendisine doğru çekti. Kumruya benzer sesiyle hızlı ve engebesiz:

-Gidelim Kaya.

Kaya, Su’nun çakıl gözlerine bakarak duraksadı. Bir an tüm gündelik hayatı, işleri, kalabalığı unutup Su’nun kumru sesine, çakıl bakışlarına, dal gibi bileklerine, nar çiçeğinden koyu saçılmış kızıl dalgalarına takılı kaldı. Su’nun dudaklarını dayadığı hafif sakallı yanağına, yasemin kokusunun dağıldığını hissetti.

-Gidelim, dedi.

Su’nun soğuktan morarmış dudaklarına dikti gözlerini, aralanmış mor dudakların daveti bir an olsun kalbinde çırpınan güvercini öldürecekti.

Güvercin havalandı, ağzını ağzına dayarken. Kalabalık aktı, güneş küsüp bulutların arkasına saklandı. Bulutlar arasında kaynaşma oldu. Sonra karmaşa. Ve bulutların ardında güneş, bulutlarla yolladı kırgınlığını. Ve ıslak. Derinden bir iç çekişin getirdiği sel. Sürükleyip, herkesi içine alan bir hatıra geçidi. Düşlenilen ‘yağmur altında tango’, geceyi sabaha bağlayan saatlerin akrep- yelkovan kovalamacasında…

Kumsalı ıslatan gözyaşları, yağmurun altında sadece iki çift göz arasında bir ezgi. Yeşile çalan bir aydınlık. Kaya’nın kuvvetli kollarıyla çevrelediği ıslak bir vücut. Fısıldadı “…yokluğunda öldü gönlüm…” Kaya durdu. Sadece denizin hıçkırıklarıyla, yağmurun şarkısı kaldı. Ve yeşil gizli bir aydınlık. Su’ya değen derinden bir ıslık. Kalbini delip geçen bir yeşil. Yeşiline kızıl damlamış bir çiçekti sevda.

Yılların ve yolların ardından çalan bir telefonun getirdiği yeni bir hayat ve yıllar öncesinde yarıda kalmış bir tanışma.

Bir danstı aşk. Su’nun ritimleri ve o ritimlerin içinden doğan Kaya’nın ritimleri. Adım adım ve göz göze.

Yıllar sonrasında birbirine kavuşan adımlar.

Kaya kumsalı döven hırçın suya bakıp “…sarhoşum sarhoş..” diye mırıldandı. Yeşil gözleri karanlıktaki ateşböceği…

Su, Kaya’nın bedenine nasıl yayacağını bilemediği bir sıcaklıkla Kaya’nın avucunu kumlara soktu ve bir avuç kumla beraber çıkardı. Coşkun bir rüzgârla dağıldı kumlar bilinmeyen sevdalara ve diyarlara. Kumlarla birlikte Su’nun kızıla dönük dalgaları da saçıldı yıldızlı geceye.

Su, özgür ruhunu ve patavatsız hareketlerini Kaya’nın ve etrafındaki herkesin hayatına saçmayı alışkanlık edinmişti.

-Gidiyorum ben.

-Nereye?

- Uzağa.

-Ben?

-Yeni bir hayat…

-Beni sevmiyor musun?

- Hava karardı.

-Söyle!

-Gitmem gerek…

-…

Ve 15 yıllık bir boşluktu zaman, çok uzun bir es. Unutulmaya yüz tutan, çerçevedeki bir sima olup, yeniden hayatları karmakarışık eden bir kızıl…

Kaya’nın dudaklarından yalnızca şu mısralar döküldü, kızıl dalgaları alıp götürürken rüzgâr:

“… Sen aşk nedir bilmezsin

Beni sevmedin ki

Ağla ağlayabildiğin kadar

Bütün güzellikler sende

Aşk bendedir”

Ve sadece kapandı gözleri uzun bir loş boşluğa…