Kavaklıdere'deki önü vişne ağaçlı evin balkonunda havalandırdığın leylak rengi gömlek...
Kedi Macarcası konuşan yanaşma kızın Bıyık...
Balıkçı halinde, kırmızı tablada bekleyen ak levrek...
Samanpazarı'nın ve Nilgün Sokağın ayağına alışık yokuşları...
Ankara'dan Bostancı'ya sabah 7.30'da varan Mavi trenler...
Uzatılmış kahvaltı törenlerimizin ve sözleri noktasız gecelerimizin isli çayları...
Mete Caddesi'ndeki çocukluk evinin kim bilir nerelerde yitip gitmiş piyanosu...
Lağımlaranası dediğin ihtiyar Beyoğlu...
O Beyoğlu'nun Kedili Meryem'i...
Edirnekapı'nın, Yedikule'nin, hele hele Tekfur Sarayı'nın aşina Bizans'ı...
Kariye'nin ve Ravenna'nın mozaikleri...
Sevdiğin bütün zeytinyağlılar, tam istediğin gibi kızartılmış patatesler, fıstıklı dondurmalar...
Otuziki kısım tekmilli, geceden geceye uzanan, üst üste katlanan düşlerin...
Kapaklı teneke kutuların yanında uçları sivriltilmiş boy boy kurşun kalemlerin...
Hepsini, daha pek çok yaşanmışları ve yaşanmamışları bilgece bir aldırmazlıkla bırakıp gittin.
Ama tenha yolun ortasında, kolu kanadı kırık, alabildiğine şaşkın, alabildiğine yılgın, bütün vazgeçmelere teşne birini bıraktın ki...
Eminim, ta içimde duyuyorum, gözün arkada kaldı.
Tarih kadar uzun, ömür kadar kısa ortak zamanımızda ilk ve son defa...
nasıl oldu... İncittin beni!
Füsun Akatlı
nasıl oldu... İncittin beni!
Füsun Akatlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder