2 Mart 2009
Bin Üç Yüz On Sekiz
Savruk yılgınlığımdan çakan ateş, kenti yaktı... Tarih dönemecine takılı kalan izler, savurgan mevsimler gibi tenime ihanet etmişti, ve eriyen bir çelik gibi dönüşümsüz düşeyazıyordum... Eskitemediğim kelimelerin sadakati bezgin, yıldızların gölgesi kuytulardaki karanlığa ışımıyordu... Mürekkepsiz mektuplarını topladığım iklimlerden zorla kurduğum kır düğünleri ve "yelkenler fora" diyemediğimiz bir rüzgârsızlık vardı... Çocuk parkları kavurucu bir öğle uykusunda, kızan demirlerle serin düşleri birleştirmek için bekliyordu. Yola gelmeksizin dökülen yağmura miras bıraktığım baharlar ve bağ bozumları şenliksiz ve şarap kızılı kanla... Sınırlarını çizmediğim atlasıma haciz geldi. Masalları kana bulayan vahşet ve cellatlar yılmadan dağınık yalnızlığımı biçiyorlardı. Kurumayan gözyaşlarımla adını yazdım. Sardunyalar gibi solgun ve yitik bir tebessüm kaldı... Hayat tükenmekte olan bir bardak su gibiydi. Kavramlarını kesinleştiremediğimiz ve muhakkak bir aitsizlikle önümüze sürülen bir ilkeler dizini... Derslik duvarlarına sinmiş isyanı görmeyen ve açılmayan pencerelerin, perdelerini mühürleyen bir kaç iyi(!) adam yazdı oyunu... Karanlığa tutulan fenerler, gözünün feri sönmüş bir iki çocuk gibiydi, hayatsız... sahip olamadığımız düşlerin kıyısındaki uçurum ve ayakları geriletmeyen toprak... Gem vuramadığımız susuşların sorgusu, bir ikindi müsveddesi... Soluksuz kırıntıları saçtığımız tek düzelikten galip gelen vicdanlarının leşiyle boğuşan, paslı gülüşler... Nerede bıraktımi uğruna bir yürek yitirdiğim gökyüzünü? Su da maviliği de yitti, güneşin damlattığı coşkun yaz yağmurlarından geriye bir koca çığ kaldı... Neresinde kaybolduk, salıncaklara, kaydıraklara yazdığımız çocukluğumuzun?...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder