25 Ekim 2013

Leylım, *


"..Önce senin kurtulman, dünya adlı ayvayı dilediğince dişlemen vardı ortada. Sonra da, benim arzum ya da hırsım ne olursa olsun, sana değer, sana denk sorgusuz sualsiz, beyninden, düşlerinden, yalnızlığından taa taşaklarına kadar sevebileceğin erkeği araman, bulman gelirdi."

31 Aralık 1956

Leylim Leylim: Ahmed Arif'ten Leylâ Erbil'e Mektuplar

9 Ekim 2013

son. bahar.


Hiçbir şey olması gereken yerde değil. Neyin nerede olması gerektiğine karar veremeyişim esnasında pek çok şey oldu. Pek çok olmasa da birkaç hayat değişti. Yol değişti. Mevsim değişti. Diyaloglar kendiliğinden akan veya akmayan şeylerken başka çıkmazlara evrildiler.

Bazı şeyleri çok istediğim sırada, onlarla birlikte başka şeyleri de çok istiyormuşum gibi sayıldım. Bu iyi olmadı mesela. Beni en iyi tanıyan insanlardan bile bunca inanmadığım şeyi başlatma noktasına geldiğim için tebrikler aldım. Yeteri kadar da tanınmıyormuşum demek.

Çok fazla "şey"li konuşmaya başlamamın olan bitenle çok ilgisi var bana kalırsa. Artık kelimeleri birbirine bağlayamayacak kadar uyuşuk bir yerindeyim kalemin bile. Hayat uyuşuyor, çoğunlukla bu saatlerde. Geceler hâlâ daha -ayırabildiğim sürece- o içine alır halini koruyor neyse ki.

Konuşmaktan çok yorgunum aslına bakılırsa. Konuşarak bir şeyleri anlamlandırmaya, kendimi meşrulaştırmaya çalışmaktan. Sahip olduğum ne varsa, avukatlığını yapıp kalbime nasıl da iyi geldiğini kanıtlamaya çalışmaktan. Kendimi temize çekmekten.

Üstelik hiçbir davadan beraat etmiyorum.

En çok şiiri özlüyorum. Birkaç dizeyle varlığımın titremesini. Ve bunun fark edilmesini...

Kimsesizlikten daha çok dokunan bir şey varsa o da şiirsizlik.

Çok çok uzun zaman öncesinden bir çocuğun "En son ne zaman şiir okudun sen?" deyip bana kızışını anımsıyorum arada bir, kederli kederli gülüyorum, için için üzülüyorum.

Üzüldüğüm yığın yığın burukluğun arasında bir de doğan güneşle uğraşmak beni bitiriyor. Sonsuz bir rutinin her günkü tekrarı, ne kadar acımasız bir yerde kendi kendine tepindiğimizi düşündürüyor. Üstelik sadece kendi hayatımın rutinleriyle uğraşmıyorum, birilerinin rutinine dönüşen varlığım; işte bu çok ağır.

Hiçbir şeyin merkezinde olmayı düşlemedim. Aslında aklımın ucundan bile geçirmedim. En fazla yağan yağmura karışmış görünmez birkaç adım, çarşaftaki bir küpe teki, ne bileyim not defterine düşülmüş, gülümseten bir not olmayı arzulamışımdır. Güzel kadeh tutan kadınlardan biri olmak da fazlasıyla yeterdi ya da. Bu gibi şeylerden ibaret olmak daha büyük bir doyum getirirdi kuşkusuz hepimize. Belki de kuşkusu olanlar vardır, benim yok.

Çok sayılamayacak birkaç olayın ardından salaş bir birahanede verdiğim söz de nehir kenarında bir kadın olmaktı. Neredeyim, ne yapıyorum, bu öz sorgulayışı hangi uçsuz yalnızlıktan, ya da az kişilik kalabalıktan...

Dağılmıyor ömür öyle kurabiye gibi. Bayatlayan bir sürü şey içinde kendimi oradan oraya vuruyorum. En sonunda bu yorgunlukla vardığım yerde huzur bulabilecek miyim, ondan da emin değilim işin doğrusu.

Her şey ne çabuk uydu birbirine de, beraber enkaz olmaya ne çabuk karar verdiler.

Bazen kendimi bu manzaraya zorla eklenmiş bir şey gibi hissediyorum.
Bazen mi..

Akıp gidilemeyen bir hayat, ne kadar hayatsa, işte o kadar hayattayım.

18.09.2013- 15:12*

4 Ekim 2013

günün bir vaktinde*

Geçen kışın inatla beyaz giymeyişine olan kırgınlığımın telafisi mi bu başlangıç.

Kütür kütür dökülüyor mevsim dallardan, üst baş, sayılı mı sayısız mı kestiremeden, miyop ilerlediğimiz buzdan günlerle kaplı..

Çetin bir giriş oldu kuşkusuz. 

Oysa tüm karman çorman, kendi etrafına düğümlü sorularıma rağmen tarçın bulaşmış küçük salonlarda, dar yatak odalarında yağmurlu şarkılar dinlemeye, dolaptan şarabı, etrafımdan rengini eksik etmemeye yemin etmiştim. 

Gün insanı olmadığımdan geceye demirlenecek bir çizgi, birkaç kelime illâ ki edinecektim. Sonbahar koleksiyonundan mürdümler çekecektim sararık kağıtlara ve tüm artı sonsuz aksindeki mutsuzluklara inat, fısıltı fısıltı sevecektim umut kelimesini. 

Yumuşak ve ağlamaklı ve yünün hiç değilse sırtımıza düşkün haliyle geçecektik beyaz, buz, gri, füme, siyah... Degrade ilerleyecektik zamanda. 

Tepetaklak edilmiş bir yaza sahip olmayı çok diledim, olduramadım.
Şimdi sonbahar adeta striptiz yapıyor sahnede. Gerdanı açık, gerdanında bir aralık yaprağının pıhtılaşmış çizikleri. İnat ediyor ısınmamaya, sarılmamaya, ısınmamaya. 

Cepsiz ceketler ne işe yarardı eksiklenmekten başka.
Şiirler hangi mevsimin kıyısından toplardı dizelerini, bir ekim olmasa.
Çikolatanın endorfinden çok kırık bir akşamüstünden kalma, dudaklarla anılan bir yutkunma olduğunu; süte çaldığını kim bilirdi.
Bilmesin. 

Kilim renklerinden ördüğüm bir mevsim manzarasına bilet isteyen varsa, dünlerini çeyizlesin.

Portakal kokusunun bana yazı anımsatmasıydı tuhaf olan, oysa kıştaydık ve ortalık portakal mevsimi gibi kokuyordu. 
Oda da.
Ben ilkyazlara ayırırken narenciye kokulu hatırayı, şimdi çoktan boran mektupları geliyor ve bu tarihe ayırdığım elmalı tarçınlı kokular kendini tamamlayamıyor.
Yine portakal mevsimi.
Yine yaklaşıyor.
Dünden yarına atlamaya kalktığım her rüya narenciye kokuyor.
Dün gibi.
Yazı anımsatan bir hatıranın nasıl da kıştan koptuğunu etrafa duyura duyura..

Ama sen yine de, şarkını o son yağmura sakla.


2 Ekim 2013

02.10.


"Yalnız yaşı olmayan ve dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğimi görüyorum."

Sen sonsuz ol güzel adam...