28 Haziran 2012

İz...

Tenime bıraktığı nemden şikayetçi değilim; o yapış yapış histen.
Dokundukça yakan kızgınlığından ve davetkâr soyunuşundan gece yarıları.
Sokak sokak taşıdığı yosunlu kokusunu boynuma dolamasından..
Onu, tam da bu kokusu sayesinde her koşulda ayırt etmekten..
Ondan şikâyetçi değilim; çocuk yanımdan başka bir şey çıkardığı için..
Ve hiç kızmıyorum kontrol edemediğim savrukluğuma sebep olan kendini öğretişine; uzun uzun..
Dağınıklığımı avuçlayan arzusunu serpiştirdiği için kıyılarına ve köşelerine ve diplerine ve bucaklarına..
Oluk oluk aktığı için varlığıma, hiç şikâyetçi değilim varacağım şehirden..
Nereden baksan aşk gibi bir şey bu, ama zaten dağılganlığımızın bununla bir ilgisi yok.

26 Haziran 2012

varışsız..

En çok şehir mi parçalıyor dünü, yarını.. İçimi kaça bölebilirim, bilmiyorum.

Bir yanım çocukluğun sallanarak havada kalmış salıncağı, ötekisi, yerinde bir gençliğin keyfe keder gündüzsüzlüğü, ve şimdi de içe saplanan bir ömür sınaması.

Sevmediğim değil, sevemediğim bu yerde yağmurlar yağıyor, her sokak başında muhafızlar, yıkılan kuleler, bir haftada temeli atılan modern çağ gettoları.. Belki de yağmur yıkıyor bu tutukluluğun tozunu, onu da bilmiyorum.

Uzakta, hiç görmediğim bir şehirde bir çocuk uyuyor. Genç ve denize yakın ve teninde tuz, nefesinde anason..

Ve bir başkası, her sokağı başka bir masala açılan o tek şehirde yürüyor, vapura da binse..

Her açılan yeni günde başka bir şehrin insanlarına uyanıyorum. Yerleşikler ve seyyahlar, çoğunlukla artık memnunlar...

Ben yabancısı olduğum bu stepin ortasında en azından havada asılı kalan salıncağımı gelişigüzel bırakmaya dönme niyetindeyim, bir an önce..

Telefonlar çalıyor, her alo bir bavul topluyor. Ömrümüz mü yerleşmek istiyor, yaşımız mı, ve evet; onu da bilmiyorum..
Yeni şehirler yeni şarkılar getireceği yerde, alışkanlığını bozamayan yaşlı insanlar gibi gözyaşlarını taşıyor karayollarında ve deniz rotalarında ve bulut boylarında..

Tüm bu şehirlerin, hikâyelerinin, ikâmetgâh belgelerinin, değişen desenleriyle toplu taşıma kartlarının, git gide her bitki örtüsünde benzeşikleşen meyve ve sebzelerin arasında göç edemeyen o şeyin adını koyamıyorum. "Bak hâlâ buradayım." diyen; sevdiğim insanlara, utandıklarıma, dargınlıklarıma, bir yanımda incecik kalan sızılara, kabuğu yerinden oynadıkça ölümden beter acıtan yaralara, aşka ve mesafelere..

Bak hâlâ...

18 Haziran 2012

"Borcum varmış gibi kendimden..."

Hep gitmenin mevsiminde kalem. Valizlerin anlatıldığı hikâyelerden dut rengine boyanmış, yalın ayak kalınan kumsallar, bilek sıkan tutkular, göz kaçırılan tesadüfler sıyrılmıyor. Oysa bu birikmişliğin sebebinde kimin parmağı var, ışığı tükenmeyen güneşten çok..

Eş zamanlı şarkılara düşmüşüz, düşüp de şarkılara defterler açmışız ama yarım ama akşamlardan kalma... Şarkılarımız da olmasa kutsal kitapsız kalacakmışız..

Bir gece yarısı dönmeyen dilinden telefona dökülen şarkının neresinde şimdi ömrün, bilmiyorum.. Ben hâlâ şairini bildiğim noktadayım..

Bir şeylerin değişmesinden de değişmemesinden de onca korkarken, bir arpa boyu yol gidemeyip, sil baştan göründüğüm yerdeyim. Sen sürekli valiz topluyorsan da, söyle bana başka bir şarkıya geçip de sorabiliyor musun başka şairlerin isimlerini..?

Dünyanın bütün ülkeleri bir adım..
"Uzaklardaydın, oracıkta.." Sol yanımın nakarata döndürdüğü dize gibisin.. Hep giden, hep kalan.. Ya da şöyle demeliyim; hep gittiğim, çaresiz kaldığım..

Sahi, neredesin? Benim yerleşemediğim o "gündelik hayata" sen yerleştirebildin mi kendini? 8:15 vapuruna yetişenlerden olabildin mi? Hep yetişip, hiç karşı kıyıya sahici bir iniş yapamadığım o vapurlarda, sabun kokulu çocukken deterjanlara güzellemeler yazabiliyor musun..

Sahici olan ne yaşamlarımızda, netleşmiyor hiç.. Edindiğimiz mesleğin kiri mi, bizi temize çeken çocuk düşlerimiz mi -ki şarkıda söylüyor ya; onlar da yok artık- , unutulmak mı yoksa unutamamak mı..

Bilinç ötesi bir uzamda, uyumadığımız gecelerin üçlerini biriktirdiğimiz bir şey sahici olabilir mi?
Varsa eğer öyle bir ihtimal,
yine iskelede buluşalım.

10 Haziran 2012

Quartet- I

Beynim ve yüreğimle yaptığım bu işin avuntusu da şu: Ancak orada, ressamın ya da yazarın sessizliklerinden gerçeklik, yeniden düzenlenebilir, yeniden yoğurulup önemli yanıyla sergilenebilir. Aslında gündelik eylemlerimiz, altın sırmalı ipek üzerine giyilmiş çuval bezinden bir giysi gibidir - derindeki anlamı gizler. Bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaşamda kendisini yaralamış, yenilgiye uğratmış şeylerle mutlu bir uzlaşmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya çalıştıkları gibi alınyazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve daha uygun biçimde gerçekleştirmek için. Yoksa neden incitelim birbirimizi?

Lawrence Durrell- Justine

fotoğraf: Sarah Peixoto

8 Haziran 2012

unutarak (mı) uyansam..*

Uzak mesafelerden bahsedemiyorum sen valizlerini doldurdukça. Oysa gidiyorsun basbayağı. Uzaklara, yakınlığın anlamını yitireceği kadar uzaklara. Kıtalar değiştiriyorsun, sol bileğini sıkıştıran akreplerin yerleri değişiyor, güneşin yönü, yıldızların mesafesizliği.. Bazen gecenin üçünü bile aynı gezegende yaşamıyoruz gibi karşılıyorum.

Tanju Okan söyledikçe, bahsedemiyorum uzaklardan.
Unutamamaktan nasıl bahsedileceğini hangimiz biliyoruz, ben onu da bilmiyorum.

Kapıyı henüz tıklatmış şu mevsim için beklentilerimi sıralamamı istiyor tanımadığım, genç bir çocuk. Uçuşan elbiselerden ve meyve kokusundan başka bir şey eklenmiyor bu talebin ifadesine.

Her yaz yalın ayak aşmak istiyorum kumsalları, şarkılarını çarşamba akşamlarından biriktirmiş olmalıyım. Bugün orada da..* diye başlayanları hafta sonlarına saklıyorum.

Sahi birbirine ne zaman kesişen doğrular arasında bir cumartesimiz olur mu, uzaktayken bile.. Aynı dizelerin geceye düşmesi hatrına..

5 Haziran 2012

dün- sen, gitme- sen..

Her yere yığılı dünya. Kimsenin içinin odasında kaldırmıyor kolunu, kıpırdatmıyor toprağını.

Her yazdan biraz daha fazla yol var bu haziranda. Pencereden içeri dolmuyor geç gelen mevsim. Geride bıraktıklarım gidiyorlar. Onlar gittikçe yaklaşır mıyız birbirimize, bilmiyorum.. 
Ben eve, onlar evimden başka yerlere... Yavaş yavaş dönüşüyor her şey. Belki de yavaş bile değil. Ev, annemin olduğu yer mi, kalbimin gıcırdayan her kapısının eşiğinde ayak izi kalmışların toplamı mı.. Kapatamadığım kapılar coğrafyası derdim ben olsam..

Yarının boğazının sıkıldığı bugünde, dünün çocuklarını oynuyorum. Derdi ve rengi olanları. Sevdiklerimi, sevdiklerini. Başka bir zamanın köşesindeyim, düşle gerçek artık birbirini maktûl olarak görmek istiyor. 

Tozlanıyorum. 
Tozlanabilecek kadar taşa dönüşüyorum.
Çoğu zaman, o bir kadeh şarap içip, deniz kabuğu temizlediğim, loş köşeyi anımsıyorum. 
Denizken, kabuk oluyorum. 
Toz alan değil, tozu alınan...

Sonra aklıma vapurlar geliyor. Benim aklıma sıklıkla vapurlar geliyor, belki uyudukları kalbimden hiç demir almıyorlar. 

Sarı kazağımdan başka bir şey anımsamıyorum bazen de. Bir telefon konuşması belki, ya da birkaç kraker.. İmlâsı bozulmamış zamanlardan arttırdığımız...

Vapurlar iskeleden hiç gitmiyorlar. Yoksa o kalbim mi, hiç bilmiyorum.
Ama sen bir kez daha kaldırmışsın bir vapuru, oradan gitmeden..; evimden..
Benzeşiklik aramıyorum.
Ayrışık detaylar ya da yanlış noktalama işaretleri de..

Belki sadece evi..
Sen gitmeden...